class=”medyanet-inline-adv”>
Bir varmış bir yokmuş… Bundan çok değil yaklaşık 30 yıl öncesine kadar çocuklar internetin, tabletlerin, dokunmatik ekranların, dijital oyunların olmadığı bir dünyada büyüyordu. İster kentte ister kırsalda büyüsünler oyunlarının da oyuncaklarının da mucidi kendi yaratıcılıklarıydı. Çocuk ve gençlik edebiyatımızın en üretken yazarlarından Yalvaç Ural, buluşma yerimiz olarak bize işte bu dünyayı hatırlatan bir yeri seçiyor; Rahmi Koç Müzesi’ndeki ‘Yalvaç Ural Teneke Oyuncaklar Kalıcı Sergisi.’ Tahta oyuncaklar, minyatür objeler arasında gezerken, “Biz bu mekanik oyuncaklarla büyüdük. Bu oyuncakların özelliği şuydu: Bozulduğunda çocuklar içini açar, bu sistemin nasıl çalıştığını öğrenir ve yapardı. Doğa içinde kendi oyunlarımızı kendimiz yapardık” diyor. Bugüne kadar yazdığı 100’den fazla kitaba ilham veren de Ural’ın kendi çocukluğunda başından geçen olaylar olmuş… Açalım eski albümleri…
class=”medyanet-inline-adv”>
MEVLÂNÂ SOYUNDAN GELEN AİLE
Yalvaç Ural, 24 Temmuz 1945 tarihinde öğretmen bir anne Feride Hanım ile Toprak Mahsulleri Ofisi’nde memur olarak çalışan bir baba İsmail Hakkı Bey’in iki çocuğundan ilki olarak Konya’da dünyaya geliyor. Ona daha sonra kız kardeşi Tülin katılıyor. Evin en etkileyici figürü anneanne Gülendam Hanım. Ural’dan dinleyelim: “Gülendam Hanım, Mevlânâ’nın 18. göbek torunudur. Büyük dayım Veled Çelebi İzbudak, son Mevlânâ türbesinin postnişini ve şairdir; sekize yakın Türk lehçesi bilir, 16’ya yakın kitabı var. Mevlânâ Mesnevi Türkçesini günümüz diline çevirmiştir. Gülendam Nenem, Pertev Naili Boratav gibi masal ustası bir kadındı. Çevremdeki herkes onun anlattığı masalları, manileri, hikâyeleri dinleyerek büyümüştür. Masalı adeta bir ulak gibi canlandırarak anlatırdı. Mesela bir Hint masalı anlatıyorsa Hintli gibi gerdan kırabilirdi. Çok zeki ve bilge bir kadındı.”
class=”medyanet-inline-adv”>
KASABADAN ÇOCUK İSMİ OLUR MU
Gülendam Hanım, kızını İstanbul’daki Çapa Öğretmen Okulu’na gönderiyor. Anne Feride Hanım, Cumhuriyet’in ilk öğretmenlerinden oluyor. Ural,“Baba tarafım da Isparta yörüklerinden. Oğuz boyundan gelmişler. Annemle bir aile ortamında tanışıp evleniyorlar. Ben İkinci Dünya Savaşı yıllarında doğmuşum. Adımı Isparta’nın Yalvaç ilçesinden esinle koyuyorlar. Başta ‘Kasabadan çocuk ismi olur mu?’ deniyor ama aile büyüklerinden onay gelince ismim Yalvaç oluyor çünkü Yalvaç, Kaşgarlı Mahmut sözlüğünde ‘yol gösteren nebi’ demektir. Bir insanın isminden bu kadar etkileneceğini hiç düşünmezdim! Ender isim olunca kimse unutmuyor, kimseyle karıştırılmıyorsun!” diye anlatıyor.
class=”medyanet-inline-adv”>
SENE 1953 – Kız kardeşi Tülin ile Sarıkamış’ta
İKİ SANDIKLA ANADOLU TURU
Hem anne hem baba memur olunca Ural’ın çocukluğu tayinler sebebiyle Anadolu’nun çeşitli ilçelerinde geçiyor; Sivas-Bedirli, Tokat-Artova, Kars-Sarıkamış… Ural, ilkokulun ikinci senesini annesiyle Konya’nın Ereğli ilçesinde, üçüncü sınıfını babasıyla Karapınar ilçesinde geçiriyor. Sonrasında ailece Edirne’nin Uzunköprü ilçesine gidiyorlar. Bütün bu seyahatlerde onlara iki sandık eşlik ediyor. Birinde eşyalar diğerindeyse kitaplar varmış: “Bu kitapların içinde annemin 1929 yılında okuduğu kitaplar da babamın Fransızca kitaplarıyla Paris Match dergileri de vardı. Ayrıca Yücel dergisine aboneydiler. Benim ilk okuduğum hikâyeler oradandır. Bizim evde her akşam yemekte herkes bir şiir okurdu. Benim okuduğum ilk şiir de babamın seçimiyle yedi yaşımda ‘Hadi artık zamanı geldi’ diye Ömer Bedrettin Uşaklıgil’in ‘Başaklardan Kundağın’ isimli şiiri olmuştu.”
class=”medyanet-inline-adv”>
SENE 1948 – Ural Ailesi, Artova
KORKULUĞUN KALBİ
Evde kitaplar ve şiir var. Dışarıdaysa uçsuz bucaksız doğa içinde arkadaşlarla oyun… Ural gittikleri her yerde yeni şeyler öğreniyor. Bu öğrendikleri yıllar sonra kitaplarına ilham olmuş: “Karapınar benim üzerimde çok etkilidir. Kuraklıktan bir şey çıkmaz derler, oysa bozkırda geçen yaşam çok ilginçtir. Babamla tarlalarda gezerken bana korkulukların cebine hem bereket için hem de göç edemeyen kuşlar için buğday bırakmamı tembihlemişti. Bir gün buğday koyarken bir korkuluğun cebinden ‘pırrr’ diye bir sığırcık uçuverdi. İlkokul üçüncü sınıftayken yaşadığım bu olayı, yıllar sonra ‘Korkuluğun Kalbi’ diye yazdım. Bu kitap pek çok dile çevrildi. Gölcüğün Küçük Avcıları, Tarla Faresi ve Şehir Faresi de Karapınar’da çocukluğumda yaşadığım olaylara dayanır.”
class=”medyanet-inline-adv”>
2001’de yayınlanan ‘Korkuluğun Kalbi’ kitabı çok sayıda dile çevrildi.
DÖRT ÖRÜMCEK’LE SAHNE GÜNLERİ
Kırsal hayat 1960’ta son buluyor. Ural, parasız yatılı olarak Kabataş Lisesi’ne giriyor. Burada ‘taşralı’ olarak ortama adapte olmaya çalışırken müziğe sığınıyor. Ona Fikret Kızılok destek oluyor, gitar dersleri veriyor. Kurdukları ‘Dört Örümcek’ grubuyla derslerden çok sahnelerin tozunu attırıyorlar. Kırmızı ceketleriyle, özellikle sinemalarda film öncesi şovlarıyla ilgi çekiyorlar. Beatles, The Rolling Stones, The Kinks gibi dönemin popüler rock müziklerini seslendiriyorlar. Bir dönem solistleri Öztürk Serengil oluyor. Okul da biraz zorluklarla da olsa yedi senede bitiyor.
SENE 1961 – Kabataş Erkek Lisesi’nde yatılı öğrenci
PAVYONA VETO FABRİKADA İŞ
Askerlikten sonra işler kesat olunca bir pavyonla anlaşıyorlar. Ancak babası pavyonu veto ederek onu bir tekstil fabrikasında işe sokuyor. Ural, burada da rahat durmuyor! Anlatıyor: “Grevler oluyor, 1 Mayıs boykotlarına gidiyorduk. Babam beni oraya soktuğuna pişman oldu. Bu arada üç kitabımı bitirmiş, çocuk dergilerine hikâyeler yazıyordum. 1975 yılında Milliyet Çocuk’un başındaki Ülkü Tamer beni yanına çağırdı. İşim redaksiyon ve çocuklardan gelen mektupları okumaktı. 1978 yılında ‘Gök Dolusu Güvercin’ isimli hikâyemi Kültür Bakanlığı’na yolladım. Adnan Binyazar, ‘Bunu çocuk kitapları içinde basacağım’ dedi. Basılan ilk kitabımdı.”
SENE 1966 – ‘Dört Örümcekler’ müzik grubu
ÇOCUKLAR MİZAHLI ŞİİRLERİ SEVDİ
İkinci kitabıysa çocukların talebi üzerine yayınlanmış: “Aynı yıl, Ülkü Tamer dergide yayınlanan şiirlerimden seçki yaptı. ‘Sincap’ diye bir şiirim vardı. Bir çocuk mektup yazmış; ‘Bu sincap şiirini önümüzdeki dergide de yayınlamanızı istiyorum. Dergiyi almayanlar kaçırdılarsa onlar da okusun’ diye… Bunun üzerine Ülkü Tamer kitabımın adını ‘Sincap’ koydu. İkinci kitabım o oldu. Çocuklar benim şiirlerimi sevdi çünkü içinde mizah vardı. Onlara seslenen bir dil ve onların sorunlarıyla ilgili şeyler yazıyordum.” O günden bugüne Ural’ın kitaplarının sayısı 100’ü geçmiş! 41 kitabı yabancı dillere çevrilmiş. Çoğu ödüller almış.
SENE 1990’lar – Ali Sina Özüstün’ün ‘Sarı Trompet’ TV programı için yaptığı çizim
ANNEMİN MASALLARI
Çocuklar zor bir kitle… Onların dilinden anlamanın sırrı nedir? Ural: “Annem öğretmendi. Evde öğrencileri için yaptığı hazırlıkları yakından izlerdim; kelime oyunları, masallar, tekerlemeler, bilmeceler… Farklı yerlerde büyüyen çocukların, gördükleri kültürlerle, atasözleriyle, hayvanlarla, doğa oyunları zenginliği oluyor. Aile kolaylık için hep deyimler, atasözleri kullanırdı. Çocukluğumdan aklımda kalan dedemin bir konuyu incelikli şekilde dedikoduya bulaştırmadan anlatmasıdır: ‘Kürek Bey ile Süpürge Hanım bir gün kavga etmişler…”
USTALARIM ÜLKÜ TAMER VE TARIK DURSUN K.
Çocuk edebiyatı, 1978 yılını UNESCO’nun ‘Çocuk Yılı’ ilan etmesiyle bütün dünyada ivme kazanmış. Ural, “Çocuk kitabı başka şeydir. Bizde olmadığı gibi dünyada da çocuk edebiyatı azdı. Avrupa ve İngiltere’de gerilim ve korku edebiyatı hâkimdi” diyor: “Bu boşluğu doldurmak için Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Rıfat Ilgaz… Herkes çocuk hikâyeleri yazdı. Benim ustalarım Tarık Dursun K. ve Ülkü Tamer’di. Ülkü ağabey bizi pek çok yabancı çocuk dergisine abone etti. Onlardan da esinlenerek çocuk dergileri çıkardık. Milliyet Kardeş 35-40 bin, Milliyet Çocuk da 50 bin satıyordu. 2000’lerde Miço dergisini çıkardım. Ayda 500 bin satıyordu.”
YENİ NESİL OTLARI DA ATLARI DA BİLMİYOR
Koşullar farklı olsa da ‘çocuk ruhu’ hep aynı mıdır? Ural, “Değildir” diyor: “Bugünkü çocuklar koyunun yavrusunun ne olduğunu bilmiyor. ‘Koç neye denir?’ dediğimde bütün çocuklar ‘Basket takımını yöneten kişiye denir’ diye yanıtlıyor. Atın yavrusunu, otları bilmiyorlar… Benim dönemimde her yerde organik hayat vardı. Çocuklar mekanik oyuncaklarla oynar, aileler tamirde yardım ederdi. Şimdi ‘kullan-at’ modeli oturdu. Bu, çocukların yaratıcılığını öldürdü. Çocukların kendi ürettikleri, birlikte eğlenmeyi ve öğretiyi sağlayan yüzlerce oyun vardı. Babalar gazete kâğıdından uçurtma yapar, çıta keser, kuyruğu hazırlardı. Şimdi dron uçuruyorlar. Biz Milliyet Çocuk’ta çocuklar ebeveynlerle vakit geçirsin diye promosyonlar verirdik.”