Son Devir Osmanlı Uleması’ndan çıkarılacak dersler

Geçtiğimiz günlerde yeni baskısını yeni eklerle gerçekleştirilen (Medrese Yayınları, 2024) Son Devir Osmanlı Uleması yapıtı, devrimizin önemli düşünürlerinden ve gazetecilerinden Sadık Albayrak’ın majör eseridir. Hatta postmodernlerin kullanmayı sevdikleri tabirle ‘opus magnum’udur. Eserin editörlüğünü yapmak teveccühü tarafıma sunulduğunda, böylesi önemli bir eserle ve Sadık Albayrak’la vakit geçirmenin üzerimde ne kadar büyük hatıralar bırakacağını düşünerek hemen işe koyulmuştum.
Tabii gençliğim Sadık Albayrak’ın yazdığı yazıları ve gazeteleri okuyarak geçti. Kendisini de uzun bir zamandır tanıyorum. Albayrak, ilgilendiği mesele her ne olursa olsun, onda derinleşmeyi, sonsuz kazılar yapmayı, bulduğu bir veriyi diğer verilerle çarpıştırıp, oradan günümüze söylenecek anlamlar çıkarmayı başaran nadir yazarlardan birisidir. En önemli yanı belgeye ve bilgiye olan hürmetidir. Yazdığı hiçbir metin yoktur ki bir belgeye, bir bilgiye dayanmasın. Her iddiasını muhakkak bir veriye dayandırır. Dolayısıyla muarızları tarafından da her zaman dikkatle ve özenle takip edilmiş, ilgiyle izlenmiş bir isimdir.

TARİHİ MİRASI FAZLASIYLA ÖNEMSİYOR

Sadık Albayrak’ın yazdığı kitaplar bugün entelektüel dünyamızda tartıştığımız hemen her mesele ile ilgilidir. Bunu abartarak söylediğimi sanmayın. Çünkü Albayrak, düşüncenin yaslandığı tarihi mirası fazlasıyla önemser. Bugün tartıştığımız meselelerin tarihi arka planlarını araştırır ve bize o devirden birtakım yansılar çıkartır.

Biliyorsunuz, düşünce her zaman evveliyatı ile ilgilidir. Ve hiçbir düşünce yoktur ki kök saldığı toprağın elementlerini içinde saklamasın. Osmanlı’dan bugüne düşünce hayatımızda belli başlı fay kırıkları oluşmuştur. Bu fay kırıkları, gerçek hayatta olduğu gibi bazı depremlere yol açar. Meşrutiyet, Tanzimat, Cumhuriyet fay kırıklarını doğurmuşsa, sonrasında gelen ihtilaller ve despot bürokratlar eliyle gerçekleştirilen müdahaleler de depremlerin yaşanmasına yol açmıştır.

TÜRKİYE FOTOĞRAFININ ARKASINA BAKMAK

Mesela Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Meşihat Şeriat Tarikat Kavgası adlı eserinde inanılmaz bir öngörüyle Albayrak, daha sonra yaşayacağımız depremleri doğuran fay kırıklarını bir bir tespit etmiş; belgeleri ile o dönemde yapılan tartışmaları da üç cilt halinde bir araya getirmiştir. Dönem entelektüellerinin kendi aralarında gerçekleşen tartışmalar, gazetelerdeki fikir teatileri, kavgalar, davalar… Eseri okuduğunuzda bugünkü Türkiye fotoğrafının arkasındaki gölgeleri, renk ayrımlarını, figüranları, ana aktörleri çok net bir şekilde göreceksiniz. İnşallah önümüzdeki günlerde bu eseri de yayımlamaya çalışacağız.

OSMANLI’NIN KÜLTÜREL TOPOGRAFYASINA MERCEK TUTULUYOR

Gelelim Son Devir Osmanlı Uleması’na… Ulema eseri önce bir ve iki cilt daha sonra da beş cilt halinde takım olarak yayımlanmıştı. Albayrak bu eserinde Osmanlı Devleti’nin son yüzyılındaki ilim adamlarının yani ulema sınıfının biyografisine yoğunlaşmıştır. Eserin muhteviyat olarak kaynak bir eser olmasının yanında, aynı zamanda Osmanlı coğrafyasının bir tür kültürel topografyasını çıkarttığını da söyleyebiliriz. Öte yandan, günümüze de etki eden isimlerin fikir mirasının nereden doğup, nerelere bağlandığını anlamak için de önemli bilgiler taşıyordu ilk beş cilt.

Günümüz okurunun yakından ilgileneceğini düşündüğüm kısımları da mevcuttur eserin. Misal Giresun’un Alucra kazasında doğdunuz, İstanbul’a üniversite okumaya geldiniz, sonrasında şehre yerleştiniz ve bir iş sahibi oldunuz. Klasik cumhuriyet algısında siz taşradan, çevreden merkeze gelerek bir güzergâh izlediniz. Çünkü laik Cumhuriyet fikrinde merkez, aydınlanmanın sembolüdür. Ankara ve İstanbul düalitesi bu çatışkı üzerinde kurulmuştur. İyi üniversiteler ve kolejler de bu ana şehirlerde yer alır. Hatta gençlik yıllarımda kutlanan resmi bayramlarda hep Demirel’in köyden kente süren macerasında laik Cumhuriyet’in kırsalda doğmuş bir çocuğu nasıl da Cumhurun başına getirebildiği ballandıra ballandıra anlatılırdı. Buna neden itiraz edelim ki. Fakat işin enteresan tarafı, laik Cumhuriyet fikri bu topraklara 1923’te uzaydan inmişiz gibi bir müfredatı dayatmıştır orta öğretimde.

Milletler geçmişleriyle tartıya çıkarlar. Gelenek de öyledir; kelimenin kökeninde anlamı gizli: gelen-ek. Modern dünyada geleneği olmayan bir toprak parçası, bir düşünce nüvesi bulmanız imkânsızdır. Bizim sekülerlerin ayılıp bayıldığı Batı’da bazı ülkelerde iki yazı dili vardır. Kalkınmanın sembolü olarak gördükleri Japonya’da misal daha da fazladır, ama bize gelindiğinde “eski dil” (adı bile bir yabancılaştırma efekti veriyor) öğrenilmesi zordur, yobazlık doğurur, beyni örümcek ağlarıyla doldurur. Oysa gidin Londra’ya, sokaktaki bir küçük taşın bile imparatorluk mazisiyle övünürler. Bizim en büyük miraslarımızdan olan çeşmeler ise bugün ya büfe olmuştur ya da makus tarihine terk edilmiştir.

MERKEZ-ÇEVRE ÇATIŞMASINI TERSİNE DÖNDÜRÜYOR

Osmanlı uleması çevre/merkez çatışmasını tersine döndürüyor. Giresun’da doğmuş bir Karadenizli olarak açıp bakıyorum ve görüyorum ki bırakın büyük şehirleri küçücük kazalarda bile medreseler var. Bir müderris orada öğrenim görüyor, aldığı dersler, devletin verdiği ödenek, yetiştirdiği talebeler… İlim hayatı Osmanlı’da çevrede de devam ediyor. Söz gelimi ailemin yerleştiği coğrafyada onlarca medresenin izini sürebiliyorum. Dönüp baktığımda ise o yapıların yerinde yeller esiyor. Bu medreselere, tekkelere, ilim yuvalarına ne oldu? Düşünmesi de konuşması da çok acı. Kendi mirasına sahip çıkamayan bizler bugün dünyaya ne söyleyeceğiz? Burası canımı yakan, içimi acıtan noktadır.

Son Devir Osmanlı Uleması’na yeni yapılan eklerle birlikte eser dokuz cilde ulaştı. Seksenli yıllardan başlayarak yapılan baskılarla beş cilt halinde entelektüel dünyada konuşulan eserin bugünlerde eklenen dört cildi, ilk beş ciltte biyografisi ele alınan isimlerin bu sefer de Osmanlı coğrafyasındaki serüvenlerini konu ediyor. Teknik bilgilerden yola çıkıp medreselerin hangi coğrafyalara yayıldığını öğreniyoruz, savaş yıllarında ne yaptıklarını görüyoruz. Ödeneklerin nasıl verildiğinden tutun da miras ve veraset işlemlerinin detaylarına kadar binlerce bilgi arasında dolaşarak coğrafya bilgimizi yeniden gözden geçiriyoruz.

ESERDE KUDÜS BÖLGESİ ÖNEMLİ BİR YER TUTUYOR

Mesela bugünlerde Siyonist canavarlar eliyle inanılmaz zulümlere tabi tutulan Kudüs bölgesi… Kudüs-i Şerif Sancağı, Livası… Oradaki mutasarrıf. Okuyorum kitaptan; Mehmed Reşid Efendi. Pederinin adı Taceddin. Hicri 1276 senesinde dünyaya gelmiş. 16 Nisan 1332 tarihinde doksan altı kuruş maaşla Kudüs’e kâtip olarak gönderilmiş. Ali Efendi. 1 Temmuz 1326’da mukayyıd olarak tayin edilmiş. 1326’da vefat etmiş. Mehmet Sadık Efendi. Yafa kadısı. Numan Cevheri Efendi, Gazze nâibi sâbıkı. 1 Nisan 1333’te vefat etmiş. Ailesine 226 kuruş maaş tahsis edilmiş. Abdülkadir Efendi yerine tayin edilmiş.

O da Halîlürrahman’dan gelmiş 13 Kânunusâni 1336’da. (Son Devir Osmanlı Uleması, s.108. Medrese Yayınları) Bizim olan bu topraklar, yalnızca kılıç artığı olarak zihin dünyamızda yer almıyorlardı. Aynı zamanda geniş dünya tasavvurumuzun bir parçası idiler. Oralardaki tapu senedimiz işte bu isimlerin Şer’i Sicillerde yer alan belgelerdeki bilgileridir. Bugün Rusya bile Ukrayna’yı siyasi tartışmalar haricinde, geçmişteki kültürel mirasını bahane ederek işgal etti.

Ya biz, Kudüs’teki kültürel, siyasi, politik geçmişimize ne kadar vâkıfız. O mirasın bilgi havzasından ne kadar faydalanabildik. Oradaki dini ve milli haklarımızı hangi belgeler ışığında dünyaya ispat edeceğiz? İşte bunun yolu, Son Devir Osmanlı Uleması gibi majör eserlerin izinden yürüyerek, başka eserlerle, başka belge ve bilgilerle enformasyon dünyasının karşısına çıkmaktır. Hamaset, kuru gürültü doğurur. Elbet ona da ihtiyacımız var. Fakat hamasetin gürültüsü geçince geriye bilgi kalmadır. O bilgi de bir belgeye dayanmalıdır vesselam.

Yorum yapın