Fehim Arvasi ile söyleyişi: “Ülkemizi muasır medeniyet seviyesine ulaştırmak amacıyla çıkarılan şu kanunlar” gibi ifadeler var. Bu ne demek? 1982 Anayasası’ndan bahsedelim, öncesine girmeyelim. 1982 yılında bile “biz geride kalmış bir milletiz” diyor. Hiçbir anayasa böyle yazar mı?
FEHİM ÜÇIŞIK KİMDİR?
Fehim Üçışık, İstanbul doğumlu. Abdülhakîm Arvâsî’nin oğlu ve Kadıköy müftüsü Mekkî Üçışık’ın torunu. Beyazıt İlkokulu ve Vefa Lisesi mezunu. Yolunu seçerken, insanlara ya hak ve hukuk alanında ya da sağlık alanında yardımcı olma fikriyle karşılaşmış. Bu yolu seçmiş, ancak avukatlık yapmamış. Üniversitede eğitimle meşgul olmuş ve üniversitenin görevine uygun olarak hareket etmiş. Çünkü üniversiteler araştırma, eğitim, yayın ve danışmanlık hizmetleri verir. Bu danışmanlık hizmetini Sağlık Bakanlığı’nda ve başka bakanlıklarda vermiş. Çeşitli şuralara katılmış, Yeşil Kart Kanunu’nun yazımında görev almış. Yazılarıyla hep doğruları söylemeye gayret etmiş, vatan ve millet için yazmış, çizmiş. Son nefesine kadar da bu yolda devam etmeye kararlı bir insandır. Büyük dedesi Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin sözünden mülhem şu sözü söylemiş: “Yaptığım hiçbir şeyin önemi yok; ben, büyük dedem gibi, Allah düşmanlarına düşmanlık beslerim.”
Arvasî ailesinin Osmanlı’yla ilişkisini kısaca özetler misiniz?
Osmanlılar döneminde Van’da Arvas köyünde yerleşmişler. Önceden müftü olan dedem Hakkâri’de doğmuş. Babaannem Başkale’de doğmuş. Sonradan İstanbul’a geliyorlar, Eyüp Sultan’da, asıl adı başkaydı ama şu an Piyerloti denen yerde, Kâşgarî Dergâhı’nda büyük dedem Abdülhakîm Arvâsî görev alıyor. O aynı zamanda Süleymaniye Medresesinde Tasavvuf Müderrisi olarak da görev almış.
Bildiğim kadarıyla ailede bir dağınıklık var. Bir kısmı halen İstanbul’da, bir kısmı Van’da, bir kısmı Konya’da, Bursa’da ve birçok yerde yaşamakta. İbrahim Arvâsî, akrabalarımdan biri, 1950’li yılların sonunda 30 bin kişi olduklarını söylemiş. Benim tabii ki hepsini yüz yüze görmem, tanımam mümkün değil ama bir kısmını biliyorum. Ankara’da oturanlarla ve İstanbul’dakilerle görüşüyordum. Şu an İstanbul’da yerleşmiş olan büyük dedem Abdülhakîm Arvâsî’nin oğlu Ahmet Mekkî Üçışık, Kadıköy ve daha önce de Üsküdar’da müftülük yapmış. Onun oğlu Mehmet Süheyl. Ben de onun oğullarından rahmetli olan ağabeyim Ahmet Taha ve ben Hasan Fehim. Ayrıca ailemizde başka kimseler de var. Süleymaniye’de, Kılıç Ali Paşa Camii’nde imam hatip olarak görev yapan Cemal Parlakışık, Sultanahmet Camii’nde 27 yıl vaiz ve baş imam olarak görev yapan Şefik Eryuvası gibi isimler de ailemizde yer almaktadır. Bu zatlar ayrı isimler taşısalar da bizim ailede Işık, Işıklar, Arvasî, Eryuvası gibi soyadları bulunmaktadır. Soyadı kanunu çıktığında dedem Arvasî soyadını almış. Sonradan bir çizgiyle çizilmiş. Sebep şu: Babası Başkale’de Üçışık soyadını almış. Üçışık mânası ise dünyada ışık, kabirde ışık, âhirette ışık anlamına gelir.
Arvasî ailesinin Osmanlı döneminin ilk zamanlarında, Orhan Gazi’yi ziyaretleri var galiba. Osmanlı döneminde vazifeler almışlar. Onu anlatır mısınız?
Fazla bilgim yok ama şunları biliyorum; büyük bir aile ve aralarında, doğuyu Ermeni çetelerine ve Ruslara karşı silahlandırıp harekete geçirebilecek kimseler var. Daha sonra bu yüzden akrabalarımdan sürgün edilenler var. Sürgün edilenlerin sebebi sorulduğunda şu cevap verilmiş: O zamanın başbakanı, kim olduğunu tam hatırlamıyorum, “Üç günde doğuyu harekete geçiren kimseler, hükümete karşı bir şey yaparlarsa ne olur?” demiş. Yani, bu kadar güçlüler ama hükümete karşı herhangi bir başkaldırı yok. Aksine, az önce de söylediğim gibi, akrabalarımdan şu an Divan-ı Sayıştay’da, eski adıyla Divan-ı Muhasebat’ta Daire Başkanlığı yapan biri var. Dedem Türkiye’ye geldikten sonra müftülük yapmış, Kadıköy ve Üsküdar’da. Ama I. Cihan Harbi’nde yolculuklarına nasıl devam etmişler derseniz; Van’dan Musul’a, oradan Adana’ya, oradan Eskişehir’e gelmişler. Eskişehir’de köklü bir ailenin misafiri olarak kalmışlar, sonra İstanbul’a geçmişler. Benim bildiğim bu. Az önce de söyledim, mütehassıs yetiştiren, bugünün üniversitesi olabilecek medreselerde hocalık yapmış büyük dedem. Yani Osmanlı’yla alâka gayet iyi. Cumhuriyet döneminde de tasvip edilmeyen olaylar var, fakat zabıta vakıası olacak olaylar yok. Aksine, büyük dedemi Menemen Vakıası’nda götürmüşler, fakat ne büyük dedem ve etrafındakiler, hiçbir suç isnat edilmemiş, kısıtlılık sona ermiş, sonra sürgün başlamış. Önce İzmir’e, sonra Ankara’ya. Ankara’da vefat edince büyük dedem, Ankara’nın Bağlum nahiyesine defnedilmiş. Bunu biliyorum ve bu sürgünlerde de dediğim gibi siyasî maksatlar var. Zaten Menemen olayında öyle bir geniş tutulmuş ki kapsam Of’tan insanları Menemen’e getirmişler. Of neresi, Menemen neresi? Hele o günkü şartlarda! O günkü şartlarda böyle uçakla atlayıp gelme gitme yok. O günkü şartlarda tren bile, kara tren denen, ne kadar zamanda nereden nereye gidilebilir? O da her yerde yok. Yani onları bile toparlamışlar. Bir profesör, -ismini vermeyeyim-, Anayasa Hukuku dersleri veren, Ak Parti zamanında bir dönemde milletvekilliği yaptı, “Nakşi tarikatını tırmandırma hareketi” diye niteledi. Bu onun nitelemesi. Yani Cumhuriyet döneminde Ayasofya müze olurken, Sultanahmet Camii tamire alınıyor falan derken, camiler bile satılırken, bu tür olaylar da ortaya çıkmış. Ama dediğim gibi ailemizden herhangi bir siyasî sebeple yasaklanmış, ceza almış herhangi bir kimse yok. Onlar zaten irşat ve ilim yaymakla meşgul olmuşlar, siyasete girmemişler. Dedem bir kere seçim yapıldığında, 1946’larda, sabahın erken saatlerinde oy kullanmaktan başka siyasî bir hareketi, siyasî bir sözü olmamış. Ve bana da tavsiyesi siyasete atılma şeklinde oldu.
Arvasî ailesinin Millî Mücadeleye desteklerini ve katkılarını kısaca özetler misiniz?
Cevat Yücemen, bir Osmanlı Subayı olarak, sonradan benim bir akrabamın kayınpederi oldu. Herkes Millî Mücadele’ye katılıp katılmama konusunda karar verirken, o, büyük dedemi ziyarete geliyor ve “Efendim, Millî Mücadele’ye katılmak istiyorum.” diyor. Büyük dedem de “Çok iyi edersin, elim silah tutsaydı ben de katılırdım. Kumandan’a söyle, Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla muzaffer olunacak.” diyor. Ama sonrası için çok kötü bir tablo çiziyor.
Cevat Yücemen’in Büyük Doğu’larda yazıları da yayımlandı.
Şimdi büyük dedemden, müftü dedemden de bahsedeyim. Gençliğimizde Marmara Kıraathanesi’nde toplanırdık. Oradakilere “Marmaracılar” derlerdi. Oraya profesörler, sakalar gelirdi, dediğim gibi biz mütevazı insanlardık. Profesörlerin masasında saka kişiler de bulunabilirdi. Siyasetçiler poz verirdi, birçok insan gelip giderdi, sohbet edilirdi. Cama yakın birkaç masada, bilardo oynayanlar, kâğıt oyunu oynayanlar, maç yorumları yapanlar, herkes vardı. Orada bir zatla tanıştım. Bana, “Sen Mekkî Efendi Amca’nın torunu musun?” dedi. “Evet,” dedim. “Ah, Mekkî Efendi Amca, bizi toplardı, mahallede hepimize şeker verirdi, evine götürürdü, din bilgilerini anlatırdı, Kur’an-ı Kerim öğretmeye çalışırdı” dedi. Bir başka akrabam var, Kirazlı Mescit’te, Parlakışık soyadlı bir akrabam. Küçük bir broşür bastırmıştı. Akşam namazında çocukları toplar, onlara “Ben elhamdülillah Müslümanım. Allah vardır, birdir. Âmenna ve saddakna” dedirtirdi. Namazı kıldırır ve yayınlarla anlatırdı. Yani bizimkiler etraflarını irşatla, Millî Mücadele sırasında da gayret ve teşvikle meşgul oldular. Onların görevi buydu. Büyük dedem ne diyordu? “Elim silah tutsaydı ben de katılırdım.” Ben bir örnek verdim. Büyük dedemin daha kaç kişiyi gönderdiğini tam olarak bilmiyorum. Ama büyük dedemin birisiyle böyle konuşup, başka birisiyle farklı konuşması düşünülemez. Her yerde söylediği aynıdır: “Elim silah tutsaydı, ben de katılırdım.” Millî Mücadele’ye katılmamak olur mu? Adı üstünde Millî Mücadele. Adamlar gelmişler, Antalya’yı alıyorlar, Ermeniler doğuya bakıyorlar. Yunanlılar Trakya’ya, İzmir’e yayılıyorlar. Fransızlar Güneydoğu’ya geliyorlar. İslâmiyet elden gidiyor. Bizde ne cihad var, ne davaya bağlılık, ne tarih şuuru, ne memleket sevgisi var, ne millet sevgisi var, ne de Allah korusun, ahirete iman var? Millet ve vatan sevgisi önemli bir şeydir. Bunun büyük zatların aleyhinde olması kesinlikle düşünülemez.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin Cumhuriyet dönemi faaliyetlerini kısaca özetler misiniz?
Bizimkiler Osmanlı’nın son zamanlarında gelmişler, İstanbul’a yerleşmişler. Zaten büyük dedem İstanbul’da, üniversite ayarındaki bir yüksek tahsil müessesesinde Osmanlı döneminde görev almış. Cumhuriyet döneminde zaten kısa bir sürede dinî okullar kapatıldı. Ve şunu söyleyeyim: büyük dedem kendi yollarında yürümüş, çevresini ilimle donatmaya çalışmış. Bunlardan biri de rahmetli Necip Fazıl. Necip Fazıl Bey’in bir sözü var. “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum? / Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.” “Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurduğu” dönem, büyük dedemi tanımadığından önceki dönem. Uçurtma uçurduğu yer neresi? Gökyüzü, dünya, bakış açısı değişiyor. Ve büyük dedemi tanıdıktan sonra Necip Fazıl, -Allah gani gani rahmet eylesin-, büyük bir mücadeleye giriyor. “Bir Adam Yaratmak” piyesini yazıyor. O İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda oynatılırken büyük dedeme de bir loca ayırtıyor. Büyük dedem de gidip izliyor. Dün bir havadis gördüm. Daha önce dizi haline getirilen “Bir Adam Yaratmak”, şimdi Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle film haline getiriliyor. Başrolde oynayacak oyuncuyu bile söylediler, kadroda kimler olduğunu da.
Evet.
Bir Adam Yaratmak eserini Hamlet’e kıyaslayabiliyorlar. Zaten biz kendi medeniyetimizi maalesef yeterince tanımıyoruz. Bir arkadaşım, profesör ve mimar, diyor ki: “Angelo Batı’da neyse, Mimar Sinan odur. Batı bunu böyle kabul ediyor.” Biz kendimizi Kapıkuleden öteye geçemeyiz diye aşağılayıp duruyoruz. Kendi kendimize bile bazı şeyler yapmışız. Yoksa gerçekleri konuşmak gerekir. İşte, dediğim gibi Necip Fazıl ve daha başkalarını da etrafında görüyoruz. Ve bunlar çok muhterem zatlar. Bir kısmına yetiştim. Büyük dedemin vefat tarihi 1943. Ben de 1943’te doğmuşum. Dolayısıyla büyük dedemin vefatından çok zaman geçmeden, onun seçkin, etrafındaki bağlılarını, zevatı tanıma fırsatı buldum ki her biri bir büyük şahsiyetti. Şimdi maalesef hızla kıyamete doğru gidiyoruz. Bana soracak olursanız, eski insanlar kalksa; bize “bunların kaçı insan, kaçı insana benzer yaratık” diye bakar gibi geliyor.
Hatta büyük dedemin bir sözü var, bunca yıllık ibadetime güvenmem; fakat bir nebze Allah’ın düşmanlarına düşmanlığım vardır diyor. Kendi ne kerametini ne itaatini ne namazını ne duasını ne gayretini hiçbir şeyini saymıyor. Ne diyor, “bir nebze Allah düşmanlarına düşmanlığım var” diyor.
Necip Fazıl’ın Arvasî’lere olan sevgisini nasıl izah edersiniz?
Ben kendisiyle defalarca görüştüm. Eksik olmasın, hep “Sevgilim” diye hitap ederdi. Kendisi yazdığı bir kitapta ağabeyimden de bahsediyor. Necip Fazıl’ın alışveriş yaptığı yerde bir hayli borç birikmiş. Bunun üzerine, namaz kıldıktan sonra, “Sıkıldım efendim” diye içinden bir ses duyuyor. Derken elinde dolu bir cüzdan beliriyor. Bunu hanımına anlattığını yazmış, bir de rahmetli ağabeyim Ahmet Taha’ya bunu anlattığını söylemiş ve ağabeyim de ona “Sevinin, terk edilmediğinizin, bırakılmadığınızın işaretidir” demiş. Gelirdi, sorardı, “Beni ne kadar seviyorsunuz?” derdi. Sonra da “Ya Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Yani herkes Müslüman’ı sever. Ya bunun için mi seviyorsunuz?” derdi. Ben de bazen, onun bana olan sevgisinden cesaret alarak takılırdım: Siz, kendi tabirinizle, piston gibi hapse girip çıkmışsınız. Girmişsiniz, çıkmışsınız,” dedim, Bazı kimseler, bazı gazetelerin 5. sınıf muharriri, bir kere girip çıkıyorsa giriyor, ama siz sık sık giriyorsunuz, dedim. O da bunun izahını yaptı, eksik olmasın. Gayet şefkatliydi, herkese bağlıydı. Aileyle de çok yakından ilgilenirdi. Hayatta olanlarla hemen hemen hepsiyle görüşürdü. Hatta büyük dedeme bağlı bir ayakkabı tamircisi, ki çok muhterem bir zattı. Cağaloğlu’ndan geçer, kendi çalışma yerine giderken, “Necip Fazıl Beyefendi’yi ziyaret ettim,” derdi. Necip Fazıl nerede, ayakkabı tamircisi ve tek tük ayakkabı yapan bir zat nerede? İkisi de büyük dedeme hürmet gösterdikleri için birbirlerine bu saygıyı gösterirlerdi. Demek ki rahmetli Üstad Necip Fazıl’ın hem büyük dedeme hem büyük dedemin evlatlarına, hem de çevresindeki insanlara, bağlılarına büyük bir sevgisi, bağlılığı ve hoşgörüsü vardı. Başka bir şey daha söyleyeyim.
Buyurun!
Büyük dedem, Doğu’da bazı müstear isimleri bu kişilerden seçerdi. Hasipoğlu Nesip Kesikbaş. Hem Hasip Bey’i hem de Nesip’i de tanıyorum, oğlunu da tanıyorum. Onların elinde kâğıt kalem, öyle Büyük Doğu’da yayınlanacak bir yazı yazacaklarını zannetmiyorum. Rahmetli Necip Fazıl kendisi yazıyor, yazılarında “İsmi lâzım değil”, “adıdeğmez” diye müstear adlar kullanırdı, ancak büyük dedemin çevresindeki esnafların isimlerini de değerlendirmeye çalışırdı. Böyle bir sevgisi ve bağlılığı vardı. Hâlâ da çocukları bu bağlılığı bir ölçüde devam ettiriyorlar. Rahmetli Necip Fazıl’ın “Reis Bey” eseriyle çıkmıştı. 50. yılı için “Onu tekrar bin adet basalım ve belli kişilere gönderelim” dendiğinde, eksik olmasın, yayınevini sürdüren muhterem oğlu, hiçbir talepte bulunmadan destek verdi. Yani hem kendisinin hem de ailesinin, büyük dedemin ailesine büyük bir hürmeti vardı. Yazılarında da “Kurtarıcım” diye bahseder biliyorsunuz.
Üstad Necip Fazıl’a bazı yazar çizer takımı “benlik davası gütmüştür” falan derler, ama anlaşıldığı kadarıyla iş büyüğe bağlılık ve istikamet meselesi olduğunda, Üstad bir ayakkabı boyacısından bile hürmetini esirgemeyen tevazu sahibi birisidir. Onun “Kibirliye kibretmek sünnettir” ölçüsüne bağlılığı da anlaşılmıyor herhalde.
Aynen öyle. Karşısındakine göre tavır takınırdı. Mütevazı olacaksın, doğru; fakat karşındaki senin tevazuunu yanlış anlıyor yahut anlayacaksa ona karşı da gerekeni yapacaksın. Necip Fazıl Erzurum’a gitmiş, Kayseri’ye gitmiş, oraya gitmiş, buraya gitmiş, üç kişiye, beş kişi peşinde dolaşmış durmuş, rahatından feragat etmiş, gençleri yetiştirmeye çalışmış. Cumhurbaşkanı ne diyor, “Ayasofya açılacaktır” derken, spiker bendim diyor. Necip Fazıl büyük davaların insanı ve buna mukabil biraz evvel söyledim, bir ayakkabı tamircisini kabul edip, yoldan geçerken çat kapı içeri girip konuşmasına müsaade eden bir kimse. Meşgulüm, biraz sonra gel, yarın gel falan tavrı katiyen yok! Böyle mütevazi bir insan. İnsan kazanmaya, insanları doğru yola götürmeye çalışan bir kimse. Zaten o yolun yolcusu olduktan sonra, o yola intisap ettikten sonra büyük dedeme kurtarıcım diye baktıktan sonra… Büyük dedem kapısından kimi geri çevirmiş ki. Bakın, büyük dedem, Abdülhak Hamid Tarhan tarafından, denmiş ki, görüşsek, bir haber gelmiş. Ne demiş büyük dedem biliyor musunuz? “O yaşça bizden büyüktür, biz gidelim.” demiş. Necip Fazıl bu ahlâk üzere… O ötekilerin hepsi lâf-ı güzaf. İnsanları değerlendirirken zaten yaptıklarından değerlendirmek lazım. Necip Fazıl yıllar yılı dişiyle tırnağıyla, zor şartlarda, böyle büyük destekler falan almadan… Şimdi fonlar var. Kimi fonluyorlar? İşte, mesela mucizeleri inkâr edenleri güzel fonluyorlar. Serdengeçti, Mirzabeyoğlu, bunlara kim ne fon vermiş. Kendi dinini, memleketini, toplumunu kötüleyen, aşağılayan kim varsa onları fonluyorlar.
Yürüyen Büyük Doğu olarak İbda fikriyatını ortaya koyan Salih Mirzabeyoğlu için ne dersiniz?
Efendim, ben müftülükteydim, bir zaman, küçük 15-16 yaşlarındayken. Birisi geldi, birileri bir şeyler sordu, birileri hakkında konuştu. Kimleri gördüğünü anlattı, böyle ‘dava adamıyım’ diye öyle anlattı falan. Oradaki müftü yardımcısı zat güzel bir cevap verdi. Dedi ki, “Kim ki İslâm dairesini insan sevkediyor, irşat ediyor, kazandırıyor, onların dünya, kabir, ahiret hayatını düzgünleştiriyor ve onları hidayete erdiriyorsa, Allah razı olsun, hepsini takdir ederim,” dedi. Şimdi ben de diyorum ki; kim ki bu dava yolunda Anadolu insanına ruh köküne bağlılığı, nereden geldiğimizi, nereye gideceğimizi anlatanlar her kimlerse, çünkü bunların birçoğunu ismen de biliyorum ama tek tek saymaya kalksam olmaz. Maalesef, bir âlimden bir zâlim, bir zâlimden bir âlim, babasının, atasının yolundan yürümeyenler de var. Onun için isim anmak istemiyorum. Fakat Necip Fazıl’ın çizgisini devam ettirmek isteyen bir kimse bence fevkalade muhteremdir, vatan için çalışan, millet için, kendisi için kendini feda eden, kendi rahatını feda eden, bu uğurda hapishanelere girip çıkan insanlardır bunlar. Sadece ikisini söyleyeyim; birisi Osman Yüksel Serdengeçti, diğeri de Salih Mirzabeyoğlu. Bunlar dışında da var ama isimleri söylemek istemiyorum. Kamuoyunun bildiği isimler de var ama samimi olarak, sıkıntılar yaşayarak gayret edenler kimler? Bildiğim kişiler. Dolayısıyla etrafın ne dediğine bakmamak lazım. Nasreddin Hoca kafayı kaldırıp tabuttan, ‘Ben ölmedim,’ demiş. ‘Sana mı inanalım, kalabalığa mı inanalım?’ demişler. Kalabalığa inananlar var. Ben kalabalığa inananlardan değilim. Kendisinin Allah rızası için kalp gözüyle bakıldığında makbul olduğunu, dava adamı olduğunu, mücahit olduğunu düşündüğüm insanları gözümde büyütürüm, takdir ederim.
Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin çizgisini Büyük Doğu-İbda sürdürüyor diyebiliriz o zaman.
Aynı yolun yolcuları, çizgiyi devam ettiriyorlar, bunlar böyle. Manevî yönden ne dedim, Nakşîlik, mağarada Peygamber (s.a.v)’in Ebubekir (r.a).’a buyurduğu usul. Ondan sonra gele gele geliyor ve tarikata da adını veren Şeyh Muhammed Bahaattin Nakşîbendi, onun virdlerini de Resulullah S.A.V rüyada talim buyuruyor. Ondan sonra Gücdevanîler, Taha Hakkarîler, Fehim Arvasîler o çizgiyi devam ettiriyor. Burada da mücadele çizgisini, aksiyon çizgisini rahmetli Necip Fazıl devam ettirmiş, sonra da onunla en yakından görüşen, feyz ve nur alan, irfan sahibi, onun bilgileriyle mücehhez olan Salih Mirzabeyoğlu devam ettirmiş. Herkes kendince. Herkes tek tip değil ki. Osmanlı’da da sınıflar vardı. Ulema bir sınıftı, kılıçla yetişenler de başka sınıflar var. Havas var, avam var, halk var… Mücadele edebilen insanlar var. Herkesin durumu farklı. Evlad-ü iyâl var, evlad-ü iyâli bir kenara bırakıp koşabilen de var, koşmayan veyahut koşmaması gereken de var. Her çizgiyi ancak biri, birileri devam ettirebiliyor. Necip Fazıl’ın çizgisini, benim gördüğüm, en fazla Salih Mirzabeyoğlu devam ettirdi. Belki başka kişiler de Necip Fazıl’la uzun süre hemhâl oldu, ondan bir şeyler öğrendi, o da kendi hayatına tatbik etmeye çalıştı, ama büyük bir fedakarlıkla, yani kelle koltukta diyebileceğimiz şekilde mücadeleye atılanlar, parmakla gösterilir, hatta tek kişi; Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’ın çizgisini devam ettiren büyük bir aksiyon adamı.
Salih Mirzabeyoğlu’nun davasıyla ilgili, o cezaevindeyken sizin ziyaretinize gelmiş, sizden de hukukî danışmanlık almıştık, hatırlıyorsanız.
Evet, kim bana geldiyse, ben de bu yolun yolcusuyum. Kötü niyet taşımayan herkese kapım açık. Herkese dilimin döndüğü kadar yardımcı olmaya çalışırım. Mesela, gazete yazılarımda her zaman etrafın, umumun menfaatini gözetirim, kendi menfaatimi asla gözetmem. Zaten bu yola neden çıktım? Liseyi bitirdiğimde, değer verdiğim bir kimseye danışmıştım. Fen kolu mezunuyum, mühendis olmayı düşünüyordum, fakat mühendisliğin ne olduğunu bile tam bilmiyordum. Makine mühendisliği falan derken, o kişi bana, “İnsanlara ya hukukunda ya da sağlığında yardımcı ol” dedi. Ben de “Hukukta yardımcı olacağım” diye yola çıktım. Yazdığım, çizdiğim her şey, dikkatle okunursa, memleketin hayrına olduğunu göreceksiniz. Hatta bir keresinde ya Marmara yahut İstanbul Üniversitesinde bir panelde kızdım, “Milletin hayrına olan her şeyi birileri engelliyor” dedim. Birisi de “Niye bağırıyorsunuz?” diye sordu. Şimdi ben, Türkiye’deki isimler değil, olaylar ve halkın yararı için çalışanlara, bana başvuranlara destek olurum. Başvurmayanlara da, yazılanlara da elimden gelen desteği veririm.
Son yazımdan bahsedeceğim, daha çıkmadı. “Aile ekonomik yönden nasıl çökertildi?” Eskiden bir maaş alan insan, Avrupa Sosyal Haklar Sözleşmesi’nde de belirtildiği gibi, ailesini geçindiriyordu. Maalesef Türkiye, bu sözleşmede geçen aile, ücret maddesini onaylamadı. Sonra ne yaptı? Prim şartı koydu. Halbuki insan hakları diyor ki, “Toplumun bir üyesi olarak yardım yapılır.” Eskiden bir aile tek maaşla geçiniyordu. Şimdi ise İstanbul’da 17.002 lira kazanan bir aile, kira ödeyip geçinebilir mi, bunu hesaplayın. Ben bunun mücadelesini veriyorum. Kimler için? Emekliler, çalışanlar, aileler ve toplum için. Eğer ben avukatlık yapmıyorsam, para karşılığı yazı yazmıyorsam, hiçbir menfaatim yoksa ve hayatımı insanlara, özellikle iyi insanlara hizmet etmeye adadıysam, elbette bana başvuranlara yardım etmek benim boynumun borcudur. Elimden geleni yaparım, aklımın erdiğini söylerim.
Salih Mirzabeyoğlu’nun 70 cilde yakın eseri var. Kendisi hukuk eğitimi de aldı. Hukuk Edebiyatı adında bir kitabı var, diğer eserleri de mevcut. Eserleri hakkında bilginiz var mı?
Şimdi bakın, biz ağır bir hukuk eğitiminden geçtiğimiz için, maalesef kitaplar çok uzun. Bir örnek vereyim; İdare Hukuku kitabı, binlerce sayfa, cilt cilt. İçinde de 150 sayfadan fazla Osmanlı Avarız vakıfları hakkında bilgi var. Allah Allah! Yani biz vakıflar hukuku dersinde miyiz? Hukuk fakültesinde hukukun temel bilgilerini alacağız, sonra yüksek lisans, doktora yaparsak ya da bir görev dolayısıyla hukuk danışmanı, hukuk müşaviri, yargıtay üyesi veya ceza mahkemesi başkanı gibi mevkilerde bulunduğumuzda, sorunlar olduğunda müracaat kitaplarını açar, başvururuz. Ama bize müracaat kitapları, ders kitapları olarak dayatıldı. Sonra ne oldu? Okuma zorluklarımız başladı. Bu yüzden, takdir ettiğim kitapları bile sadece karıştırarak ancak kanaat sahibi olabiliyorum. Hepsi fevkalade doğru bilgilerdir. Fevkalade doğrudur. Zaten aksi düşünülemez. Saf membadan akan su bittabi olarak berrak olur.
Memba Necip Fazıl olduğuna göre, o Salih Mirzabeyoğlu’ndan akan su da berraktır diyorsunuz.
Tabii, tabii, bir beyit okuyayım. “Bir mütehhar ruhtan efdal-i pak eyler zuhur / Saf membadan akan su bittabiî berrak olur.” Yolunu Anadolu’nun ruh kökü diye bellemiş insanların yamuk ya da yanlış şeyler yazması mümkün mü? Rahmetli Necip Fazıl’ın kitaplarından çoğunu okudum. Şimdi anlatmak ve yazmaktan vaktimiz olmuyor. Ama başkalarında öyle değil. Hukuk fakültesindeki öğrenciler, değerli Salih Mirzabeyoğlu döneminde sabah 6’da okuma odalarına gider, gece 22’ye kadar çalışırlardı. Yemek arası ve ihtiyaç molası hariç. Hangi branşta? Fizikte mi, kimyada mı, sosyolojide mi? Hangi branşta böyle sabah 6’dan gece 22’ye kadar çalışırsın da 12, 14 yıl boyunca hala bitirememiş olursun? O zamanlar böyleydi. Şimdi öyle değil. Dönem usulü var, küçük küçük sınavlar var. Biz Kasım’da başlar, Mayıs’ta bitirirdik. 31 Mayıs’ta ders görür, 1 Haziran’da gider, 4 saatlik sınavlara girerdik. Yazılıdan sonra sözlüye girerdik. Böyle, tabiri mazur görün, Engizisyon gibi bir eğitimden geçerdik. O yüzden, benim böyle çok rahat sosyoloji okumuş gibi etrafın kitaplarını teşkil edecek bir isteğim pek kalmadı. Ama dediğim gibi, biliyorum. Zaten, başka bir şey söyleyeyim. Bana 300 sayfalık bir tez versinler, 4 dakikada ne olduğunu söyleyebilirim. Neden? Girişe, adına, sonuca, dipnotlara, sistematiğe bakıyorum, belli. Yazarı bildikten sonra o kitabı değerli bir ders kitabı olarak anlamaya çalışmak abesle iştigal olur. Yine de tam fikriyat sahibi olmak için kitabı baştan sona okumak gerekiyor. Özellikle temel kitapları.
Siz hukukçusunuz ve iş hukuku alanında uzmanlaşmışsınız. Necip Fazıl’ın içtimai ve siyasi bir model olarak, “Devlet ve İdare Mefkûresi” olarak “İdeolocya Örgüsü” eserinde işlediği ve Salih Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti” kitabında şerh ettiği, açıkladığı Başyücelik modeli, yeni anayasa arayışları olduğu bu günlerde nasıl bir teklif olur?
Ben anayasa ile ilgili birkaç yazı yazdım ve bir anayasa hukuku kitabı da çıkardım. Bizim anayasa, adeta yönetmelik gibi bir şey. Türkiye’yi bazı ifadeleriyle dünya camiasına ve diğer halklara kötü gösteren ifadeler bile taşıyor. 174. maddesini hatırlıyorum, “Ülkemizi muasır medeniyet seviyesine ulaştırmak amacıyla çıkarılan şu kanunlar” gibi ifadeler var. Bu ne demek? 1982 Anayasası’ndan bahsedelim, öncesine girmeyelim. 1982 yılında bile “biz geride kalmış bir milletiz” diyor. Hiçbir anayasa böyle yazar mı?
Evet, çok komik gerçekten.
Başka bir şey daha söyleyeyim. Anayasa, “Anayasanın temel görevi, insanların maddî ve mânevî varlıklarını geliştirmek için önlerindeki ekonomik, siyasî, sosyal engelleri kaldırmaya çalışmaktır” diyor. Evet, sonra ne yapıyor anayasa? İnsan haklarıyla ilgili birkaç güzel hüküm, onları alıntılamıyor ama bunlara eşdeğer yeni hükümler koymuyor. Ne diyor? “Türkiye Cumhuriyeti sosyal devlettir”, “Türkiye Cumhuriyeti hukuk devletidir” diyor. Evet, güzel. Hukuk devletiymiş, sosyal devletmiş. Peki sonra ne oluyor? Sosyal güvenlik ve insan hakları konusunda “Herkesin ailesiyle birlikte insanca yaşama hakkı vardır” diyor. Eğer işsizlik, engellilik, dulluk gibi nedenlerle bu sağlanamıyorsa, toplumun bir üyesi olarak sosyal güvenlik hakkı vardır. Ne prim ne yaş, hiçbir kısıtlama yok. Peki, bizim 1982 Anayasası, sosyal devlet dedi mi? Hukuk devleti dedi mi? İnsan haklarına saygılı devlet dedi mi? Sonuç olarak, biri evleniyor, 1 ay sonra boşanıyor, o kadının sosyal güvenlik hakkı devreye girsin, değil mi? Hayır! Ne diyor hukuk düzeni? “Eski kocan sana sittin sene baksın” diyor. Böyle bir metin nasıl anayasa olur?
Başka bir şey söyleyeceğim. Anayasa diyor ki, “Esnaf korunur, küçük sanatkâr korunur.” Güzel, bunlar anayasa hükmü mü ya? Peki, anayasa hükmü olmasa esnafın gözünü mü oyacaklar? Anayasa nedir aslında, oradan girelim, tanımından. Anayasalar, toplumun ve devletin temel organları olan yasama, yürütme, yargı ve bunların karşılıklı ilişkileri ile fertlerin insan hak ve özgürlüklerini düzenleyen metinlerdir. Meclis kaç kişiden oluşacak, nasıl seçim yapılacak, hükümet nasıl olacak, anayasanın içinde olmalı. Var mı? Kısmen. Seçim bölgelerinin ne kadar olacağı anayasa yazıyor mu? Hayır, kanuna bırakıyor. Ondan sonra da her seçimden evvel 82 anayasası tashih edilmeye çalışılıyor. Ha bir kanun değişikliği. Peki bu anayasa anayasalığını yaptı mı? Yapmadı.
Anayasa, insanların maddi ve mânevî varlıklarını geliştireceğiz derken, anayasa diye yasa çıkıyor, sen “Ağa”, “Paşa”, “Hanımefendi” diyemezsin. Oysa futbolculara, hakemlere “hoca” deniyor, antrenörlere “hoca” deniyor. “Paşa” kelimesi yasaklanmış ama kendilerine paşa dedirtiyorlar. Anayasanın kılına dokundurtmuyorlar ama kendilerine paşa dedirtiyorlar. Böyle hukuk olmaz. Hukuk, ma’şeri vicdana uygun olmalı. Toplumu düzenleyen hukuk olmalı. Bir Alman öğretim görevlisi bana sormuştu: “Sizin kanunlarınız yok muydu? Medenî Kanunu, Borçlar Kanunu, Ceza Kanunu’nu İtalya’dan, Fransa’dan, Almanya’dan aldınız.” Ne cevap vereyim şimdi ben buna? “Eskiyle bağ koparılmak istendi” dedim. Eskiyle bağı koparınca ne oluyor? Artık Mevlâna, Hacı Bayram, Yavuz, Kanunî yok, Edebâlî yok.
Onlar “muasır medeniyet seviyesi”ne uymuyorlar.
Tabii, Televoleler uyuyordu o seviyeye.
Bir örnek; Sosyal Güvenlik Kurumu kız ve erkek çocuklarına farklı muamele yapıyor. Hani, o eşitlikçilerin hiçbiri ortada yok! Kız çocuğu, kocası öldüğünde ya da boşandığında annesinden babasından maaş alırmış. Yaşı ne olursa olsun. 80 yaşındaki birine kız çocuğu muamelesi yapıyor hukuk düzeni. Bugün bankalar, vergi rekortmenleri, çocuklarına bırakılan miras yanında kendilerine maaş bağlıyorlar. Primlerini aldıkları için bu maaşların yüzde 25’i toplumun ödediği vergilerden geliyor. Böyle anayasaya böyle hukuk. Böyle hukuk olur mu? Asgarî ücret yönetmeliğinde işçinin şahsi ihtiyaçları deniyor ama, işçinin ailesi yok mu? Böyle hukuk düzeni olur mu? Anayasa, insan haklarında herkesin insanca yaşama gelirine hakkı vardır demiyor.
Sonuç olarak, 1982 Anayasası, “insanı yaşat ki devlet yaşasın” gibi güzel bir anlayışı alıntılamıyor. Sonuç ne oluyor? 17.000 lira maaşla insanlar geçim sıkıntısı çekiyor. Bazı belediyeler, kar yağdığında insanları spor salonunda ağırlıyor, sonra dışarı salıyor. Hayvanlar için takla atanlar var. Ama bu anlayış nereden geliyor? 1982 Anayasası’ndan. Anayasa milletin isteklerine uygun olmalı. O kadar.
Necip Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” eserini okudunuz mu?
Hayır, sadece bazı pasajları biliyorum.
Orada ” Devlet ve İdare Mefkûremiz” bölümünde, yeni bir devlet ve idare teklifi var. Biraz önce bahsettiğiniz, İslâm devletinin vazifesidir vatandaşların iaşesini karşılamak. Necip Fazıl, “Başyücelik Devlet” modelinde, yasama, yürütme, yargı arasındaki ilişkileri ve temel hak ve hürriyetler meselesini, İslâmî bir model olarak ortaya koyuyor. Şimdi anayasa tartışmaları yapılıyor, Necip Fazıl’ın önerdiği, Salih Mirzabeyoğlu’nun da tafsil ettiği bu modeli gündeme getirsek diyorum.
Şimdi bakın, Türkiye’de, benim bir akrabam derdi ki, “Evladım, bu akım, bu güruh, Lale Devri’nden beri var. 300 yıldır var.” Fakat ben şunu biliyorum; halk, bir paşaya, Nedim Paşa’ya, “Nedimof Paşa” adını takmış. Sonra Cemal Paşa’lar, Enver Paşa’lar, Almancı Paşa’lar diye biliniyor. Hatta Almanya, haritada Osmanlı Devleti’ni “Enverland” diye gösteriyor. Enver’in memleketi. Hadisat böyle. Sonra “Büyük Reşit Paşa” gibi kimseler, İngiliz hayranlığıyla iş görüyor. Dolayısıyla bizi ikiliğe düşürmüşler. Mankurtlar ortaya çıksın istemişler. Kendi kullanışlı elemanlarını öne çıkarmışlar. Böyle gitmiş. Şimdi bunların önderliğinde yapılacak olan anayasa, işte geri geri anlattım, çok kötü bir metin. Anayasada olması gerekenler yok. Anayasada olmaması gerekenler var. Şimdi yapılırken de biz kendi tarihimizden, kendi memleketini seven, milletini seven, ruh köküne bağlı düşünürlerimizden, mütefekkirlerimizden hareketle bir anayasa yapmalıyız. Buna yürekten katılıyorum.
Necip Fazıl da bunu teklif etmiş zaten.
Evet, o bilir. Doğruyu kim söylemişse o doğru yapılmalıdır diyorum. Necip Fazıl da doğruyu söylemiştir, o kaleme almıştır, öteki tafsil etmiştir, öteki de belki haberimiz olmayan bir yerde yayın yapmıştır. Şimdi ne oldu? Osmanlı Devleti yıkıldı, Osmanlı Devleti’nin devlet yönetme esaslarına göre, zırıltısız, patırtısız 400 yıl Kudüs’te Müslüman’ı, Hristiyan’ı, Yahudi’si ferah, huzur içinde kendi inançlarına göre ibadetlerini yaparken, şimdiki durum ne? Bu arada bazı kişiler, çözüm olarak Osmanlı Devleti’nin yeniden kurulması gerektiğini bile söylemişlerdi. Sonra, hatırlattık da şimdi sırası değil diye geçmişler. Ortadoğu’yu hem karıştırıyorlar hem de yaptıklarından sonra ne yaptıklarını görüyorlar, bazıları da bunun çıkar yol olmadığını görüyor. Biz gene, devlet idaresinde, kendi yolumuzda yürümeliyiz. Kanunî Sultan Süleyman’a niye Kanunî demişler? Fatih’in kanunnameleri var, emirnameleri var. Biz belli bir yolda adaleti sağlayacak vesileyi ortaya koymuştuk. Buradan giderken, öyle bir dönem gelmiş ki; açın meclis zabıtlarını, zaten o Ziya Paşa söylemiş. ” İslam imiş devlete pâ-bend-i terakki / Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı ” Yani İslamiyet’in, devletin ilerlemesine engel olduğu da Ziya Paşa döneminde söylendi. Cumhuriyet dönemindeki kanunların müzakerelerine bakın, meclis zabıtlarına bakın, “Hristiyanlığı kabul etsek başımız göğe erer, kalkınırız!” gibi lâflar peydahlanıyor. Ben diyorum ki, “Paşa” söylenmeyecekti. “Paşa” söylenmesin diye kanun çıkaranlar “Paşa” diye geziyor. Baştan aşağı hukuk değişmelidir, hukuk olmalıdır, hukuk.
Evet, baştan aşağı hukuk değişmeli. Islahatlarla olmaz. Necip Fazıl’ın dediği inkılâpçı bir çizgide olmalı.
Aynen öyle. Necip Fazıl’ın dedikleri ortaya koydukları dikkat alınmalı. Herkes tarihimizdeki olumlu ve olumsuz gelişmelere dikkat etmeli, acı tatlı tecrübeler dikkate alınmalı. Böyle ucu açık cumhurbaşkanlığı yardımcılığı olmamalı. 80 tane Cumhurbaşkanı Yardımcısı atanmaya ve anayasa müsait. Yanlış. Yeni yapılmış olması, kimin yaptığı, hangi dönemde, beni hiç ilgilendirmiyor. Biz doğrunun aranıp bulunmasından yanayız. Ehli tahkik, hakikati arayanlar, kimler hakikati aramışsa, kimler hakikati arayıp bulduklarını düşünüp yazmışlarsa, kimler iki adım öteye götürmüşlerse, hepsini dikkate almalıyız. Toplumu kucaklayan, toplumun sahip çıkacağı, topluma uygun anayasa olmalı. Sonra biliyorsunuz, şapka kanunu çıktı Mecliste, silindir şapkalı bir adam frakla Meclis idare etti. Ne oldu? Muasır medeniyeti yakaladık mı?
Silindir şapka, Türk toplumunun gördüğü, görmeye alıştığı bir şapka mı? Ama bazı şeyler hâlâ eskiden gelen geleneklerle yürütüldüğü için yürüdü. Ve bunca zaman kötü dönemler yaşandı. Şimdi hepsinden netice çıkartılmalı.
Mecelle nasıl hazırlandı? Osmanlı zamanında, Ahmet Cevdet Paşa zamanında bir komisyon İslâm hukukundan, fıkıhtan hareketle güzel bir mecelle ortaya koydu, hiç de değiştirilmedi. Bizdeki medeni kanunun saçmalığını söyleyeyim bir tane. İsviçreden alındı, o yüzden Hübel’in yazdığı bir metin, diyor ki, boşanan eşlerden birinin diğerine çocuğu gösterme zorunluluğu var. O eş alıyor, haftada bir saat, neyse babasına gösteriyor. Peki, eşlerden biri ölmüşse? Büyükanne, büyükbaba torununu göremiyor. İş Yargıtay’a intikal ediyor, Yargıtay ne diyor biliyor musunuz? Kanundaki baba sözcüğü büyük anne yahut büyükbaba yerine de geçer deyip doğruyu söylemek zorunda kalıyor. Kanun kötü demiyor, saçmalıyor.
Bu arada Nimetullah Arvas da bizim Aylık Baran Dergimize yazılar gönderiyor.
Evet, Nimetullah, eski müftü. Yani ailemizden olanlar arasında soyadları farklı birçok akrabamız var. Çalışanlar da var. Şayet kastettiğiniz büyük dedemin faaliyeti gibiyse, Necip Fazıl’ın ifadesiyle bu son halka. O gün toplum o irşadlarla hareket etseydi ne olurdu bilemiyorum. Ancak size açık bir söz daha söyleyeyim, acı bir söz. 1960’larda büyüklerimden duyduğum ve o zamanlar anlamadığım bir söz vardı: “İslâmîyet’in kokusunu bırakmadılar.”
İnşallah o koku bu büyüklerin vasıtasıyla tekrar tüter.
Cenabı Hak her şeyi kâdirdir. Canlıdan ölü çıkartır, ölüden canlı çıkartır, alimden zalim çıkartır, zalimden alim çıkartır. Hadis-i şerifte ne buyuruluyor? “Nasılsanız öyle idare olunursunuz.”
Hocam o büyüklerin kokusunu Necip Fazıl yansıtmış, Salih Mirzabeyoğlu da yansıtmış. İnşallah oradan nemalanırız, faydalanırız.
İnşallah, siz de bunun canlı örneğisiniz. Siz büyük dedemi gördünüz mü?
Hayır.
Necip Fazıl’la kaç kere görüştünüz?
Salih Mirzabeyoğlu’yla beraber son dönemine yetiştim hocam.
Yazı, kitap, nakil, söz ne yapıyor… Büyük dedemden Necip Fazıl’a, Necip Fazıl’dan size, sizden başkalarına. Siz dergi çıkartıyorsunuz, etrafa yayın yapıyorsunuz. Cenabı Hak “İslâmîyet’i ben koruyacağım.” diyor. Her din tahrif edildi ama Kur’an-ı Kerim’de bir virgül, bir nokta, bir şey değişmez, harf değişmez. Yani gayret edilecek ama hakikaten büyük bir israfın içine düştük. Büyük dedemin de bir sözünü söyleyeyim, Necip Fazıl da bunu yazdı. “Kanuni’den sonra şevk azaldı.”
Şimdi eskiden İstanbul fethinde tarağa geçirip de, “İşte bıyığım.” diyenler var mıydı? Çocuklarını Millî Mücadele’ye gönderip, babasının yanında oğlunu da “kınalı kuzular” diye gönderen Anadolu kadınları vardı. Peki, şimdiki çocuklar ne yapıyor? Kulaklarına küpe takanlar var. Anneleri ise konken partilerinden çıkmıyor.
Osmanlı’nın son zamanından itibaren toplumda gevşeme oldu. İnşallah toparlanırız.
İnşallah. Siz de bunun canlı örneğisiniz, onu söylüyorum. Büyük dedemi görmemişsiniz. Necip Fazıl son zamanına yetişmiş. Oradan hareketle büyük dedeme bir bağlılığınız, onun fikirlerine bağlılığınız, onun yolunda yürüme arzunuz var. Sizden de başkaları kapacak. İnşallah iyiler çoğalacak. Birtakım insanlar belki kaybolup gidecek. Ama meslek sahasında çalışanlar, gayret edenler var. Teknofest’lerde buluşlar yapan gençler var. Büyük dedemin dediği gibi, “Yurt dışına gidip uzman getirmeyin. Onlar, burayı tanımaz. Yurt dışına iyi insanlar gidecek. Onların fennini öğrenecek, gelecek, burada tatbik edecek.” Bu yola girenler var. Teknofest gençliği var. Doğrusu güneş, balçıkla sıvanmaz.
Necip Fazıl’la ilgili hatıra anlatılıyor. Fakat ben diyorum ki mühim olan hatıra anlatmak değil, mühim olan Büyük Doğu fikriyatını anlamak ve gençliğin fikir ve his dünyasına oturtmaktır. Ne dersiniz?
Doğru, ama zaten Necip Fazıl hayatı boyunca bunu yapmış. “Bir Adam Yaratmak” diye bir eser vermiş, İdeolocya Örgüsü’nü yazmış… “Necip Fazıl’ı okudum” veya “öğrendim” diyen birine bakılırsa, Necip Fazıl’ın hangi sözünden yanlış bir şey çıkar? Hep doğrular ortaya çıkıyor. Yeter ki insanlarımız doğruyu arama, bulma ve yaşama yolunda gayretli olsunlar.
İnşallah hocam. Söyleyeceğiniz başka bir şey var mı?
Hayır, sağ olun. Ben çalışmalarınızın semereli olması diliyorum. Gayret bizden, tevfik Allah’tan. Cenabı Hak, doğru yolun yolcularını muvaffak kılsın. Amin.
Dualarınız için teşekkür ederim. Allah razı olsun.
Aylık Baran Dergisi 32. Sayı Ekim 2024