Bütünlük için önce ilk 2 bölümü okumanızı tavsiye ederiz:
https://www.star.com.tr/yazar/hazin-sonun-vahim-hikayesi-13-yola-cikarken-ve-mecliste-baglilik-yemini-etmisti-yazi-1901987/
https://www.star.com.tr/yazar/hazin-sonun-vahim-hikayesi-23-saltanat-bugun-kalkacak-gerekirse-kafalar-kopacak-yazi-1902218/
Saltanat’ın kaldırılması sırasında Meclis’te sergilenen hakaret yarışı, artık doğrudan son Sultan ve Halife Vahideddin Han’a yönelmişti. Makamını, rütbesini; hatta Ankara’ya gitmesini bile Osmanlı Devleti’ne borçlu olan koca koca paşalar, velinimetleri olan bu devletin temsilcisine karşı sergiledikleri tavrı, efendiler “uşak”larına bile layık görmüyordu!
Meclis’te alınan karar sonrasında Sultan Vahideddin Han’a yönelik baskılar dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Gazeteler her gün hakaret dolu manşetler atıyor, saraya tehdit yağıyordu. Bırakın Padişahı, herhangi bir insana bile yapılamayacak çirkin hakaret ve tehditleri reva görüyorlardı!
Ziya Gökalp, “Kara Sultan” adını takmıştı. Gazeteci Ali Kemal’i İzmit’e kaçırarak linç ettiren Sakallı Nureddin Paşa, “Seni de getirip cezanı vereceğim” diye haber göndermişti.
“SENİ ASACAĞIZ, HEREMİNİ ASKERE VERECEĞİZ”
Eyüp’teki Ümmî Sinan Tekkesi’nin son şeyhi olan ve Mustafa Kemal Paşa’nın daha Ankara’ya gelmeden Ankara Valisi tayin ettiği Yahya Galip, “İstanbul’a geldiğimizde seni Sultanahmet meydanında asacağız. Haremini askerlere vereceğiz” şeklinde hayâsız bir telgraf çektiğini utanmadan anlatmıştı!
Asıl amaç Vahideddin Han’ın gözünü korkutmaktı. Çünkü İngilizler de Mustafa Kemal de, yeni şartları kabul etse bile İstanbul’da kalmasını istemiyordu. Payitahttaki “Ankara hükümeti temsilcisi” Refet (Bele) Paşa’ya, “Gitmesini teşvik ve temin et, kimsenin mani olmamasını tembih et” uyarısı yapmıştı. Refet Paşa da, “Padişahı biz yakalarsak Türk milleti bizi asla affetmez. Bırakalım gitsin, işimiz kolaylaşsın” cevabı vermişti.
Bu dümenlerden haberi olmayan Vahideddin Han, Rafet Paşa’nın, “Kalırsanız kan akacak… Hiç olmazsa birkaç aylığına gidin; ortalık yatıştıktan sonra payitahtınıza yeniden avdet buyurursunuz” şeklindeki yalvarmalarını samimi zannetmişti![1]
İngiltere Büyükelçiliği’nin derin isimlerinden Andrew Ryan da 30 yıl sonra yayınlanan hatıralarında, “Sultan’ın gidişi, Kemalistler için en uygun çözüm oldu” demişti![2]
Canının ve hareminin emniyette olmadığını anlayan Vahideddin Han, Kanun-i Esasî’ye göre hâlâ meşrû Sultan ve Halife olmasına rağmen siyasî bir buhrana sebep olmamak için ortalık yatıştıktan sonra dönmek üzere hicrete razı olmuştu.
İstanbul işgal altındaydı. Bir “iç seyahat” olan Samsun’a bile “İngiltere Vizesi” ile gidilen bir dönemde bir padişah; ülke dışına nasıl hicret edecekti?
15 Kasım’da İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı General Charles Harington ile temasa geçmişti. Harington hatıralarında “Bir Sultan’ı kaçırdığım için suçlu vaziyetine düşmeye hiç niyetim yoktu. Talebin Padişah’ın el yazısı ile ve mühürlü olmasını istedim” diyor. Çünkü İngilizler, Hind Müslümanlarının ayaklanmasından korkuyor; “Biz kaçırmadık, kendi isteğini yerine getirdik” demek için yazı istiyordu. Sanki durumu bu noktaya Vahideddin Han getirmişti!
Çok çarpıtılan bu süreci, bizzat şahit olan kızı Sabiha Sultan “Nureddin Paşa, linç haberi gönderirken Dr. Rıza Nur Bey’in ise ‘Linç etmek doğru olmaz. Fakat Anadolu’ya kaçırıp bir askerî mahkemede yargıladıktan sonra en ağır cezaya çarptırmak lazımdır’ dediğini öğrenen babam, bir Müslüman memlekete sığınarak hayatını kurtarmak üzere bu mektubu yazmıştır” şeklinde açıklamıştı.”[3]
Buradaki “Bir Müslüman memlekete…” vurgusu çok önemlidir ve bu talebin neden yerine getirilmediğinin iyi düşünülmesi gerekir!
EVRAKI YAKTI, MÜCEVHERATI TESLİM ETTİ!
Veliahtlık döneminden bu yana biriktirdiği bütün özel evrakı şöminede yakmıştı. Yanına almak üzere ayırdığı birkaç nüshanın en üstünde, kıymetli mücevherlerle kaplı çekmecesini Hazine’ye teslim ettiğine dair makbuz duruyordu! Son maaşını da, “o ay tam çalışmadığı” gerekçesiyle iade etmişti. “Birkaç kıymetli eşya alalım” teklifini kabul etmemesine çok şaşıran yaveri Tahir Bey’e, “Ne yapalım azizim, soğan ekmek yeriz” demişti!
17 Kasım 1922 Cuma sabahı saat 08.00’de mülkünden ayrılan son Osmanlı Sultanını, Merasim Köşkü’nden (Ihlamur Kasrı), Albay Steele komutasındaki İngiliz taburu uğurlamıştı! Yanında, ailesinden sadece 10 yaşındaki oğlu Ertuğrul Efendi vardı. Geri kalan 9 kişi ise sadık bendegânından oluşuyordu.
Ağabeyi Abdülhamid Han’ın sürüldüğü sabahta olduğu gibi yine gökler ağlıyordu! Bir İngiliz ambulansına bindirilen Sultan ve beraberindekileri, Dolmabahçe sahilinden ise İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harington göndermişti.
İngilizlerin, Malezya Müslümanlarından aldığı “H.M.S. Malaya” zırhlısında Vahideddin Han’ı karşılayan Amiral Sir Beauvoir “Artık İngiliz toprağında ve güvendesiniz” demişti! Oysa zırhlı İstanbul’daydı!
Mustafa Kemal’in İngiliz vizesiyle gittiğini on yıllarca gizleyenler, Vahideddin Han’ın ise zorla kovulduğunu gizliyor, özellikle İngiliz gemisiyle gitmesini vurguluyor. İşgal altındaki bir devletin başkanı başka nasıl gidecekti ki?
Asıl sorgulanması gereken şey, neden işgalciler dururken devletin sahibinin kendi toprağından kovulmasıdır! Daha da acısı, bir Türk yetkilinin bulunmamasıdır! Refet Paşa, sabah uykusu arasında “Paşam, Paşam! Zat-ı Şahane gitti” diye bağıran yaverine “Emin misin, gözünle gördün mü” diye sormuş, “Evet” cevabı üzerine derin bir “Ooohh!” çekerek tekrar uykuya dalmıştı!
Millî Mücadeleyi bizzat başlatan ve büyük destek veren Sultan, bu çabalar sonucunda toplanan Ankara Meclisi’nde “Vatan Haini” ilân edilmişti. Oysa gitmekle, yeni Cumhuriyetin sultan kanı üzerine oturmasını önlemiş, milletin sînesinde onulmaz yaralar açılmasına mani olmuştu.
İngilizler, Vahideddin Han’ı bir Müslüman memlekete değil; Malta’ya götürmüştü. “Hristiyan aleminde fazla kalamam” diyen Halife, 5 Ocak 1923 sabahı Hicaz’a gitmek üzere yola çıkmıştı. 9 Ocak’ta Port Said’e ulaşan Sultan’ı, Mısır hükümetinden hiçbir yetkili karşılamamıştı! 2. sınıf bir yolcu gemisiyle Süveyş’i geçmiş ve 15 Ocak’ta Cidde’ye ulaşmıştı.
Mekke Emiri Şerif Hüseyin, Vahideddin Han’a görülmemiş hürmet ve ikramda bulunuyordu ama “Halife” diye hitap etmekten özenle kaçınıyordu. Ayrıca birlikte gittikleri Cuma namazlarında da hutbede Şerif Hüseyin’in ismi zikrediliyordu. Bazı dostları Vahideddin Han’ı, “Hilafeti almak için böyle davranıyor” diye uyarmıştı.
Sultan Vahideddin Han, artık vatanına dönemeyeceği gibi hasret giderdiği bu mübarek beldede de fazla kalmaması gerektiğini anlamıştı. 20 Nisan’da Hicaz’dan ayrılıp 24 Nisan günü Süveyş’e gelen Vahideddin Han, trenle İskenderiye’ye geçmişti. Kendisiyle görüşmeyen Kral Fuad, İngilizlerin talimatı sebebiyle, Mısır’da 72 saatten fazla kalamayacağı haberi göndermişti!
Mecburen denize açılmıştı! Bir cihan imparatorluğunun sahibi, cihanda barınacak kara parçası bulamamış, denizin ortasında kalmıştı! Tam bir çaresizlik içerisinde beklerken, İtalya’nın İskenderiye konsolosu gemiye gelerek İtalya Kralı’nın, davet ettiğini söylemişti.
Şu hale bakar mısınız? Koca İslâm dünyası, Haçlı-Siyonist güçlerin elinde esir olduğu için Müslümanların Halifesini misafir edememiş ve bu görev Hristiyan İtalya’ya kalmıştı! Sürgün Sultan 2 Mayıs 1923 günü, “çile” yolculuğunun son durağına gelmişti! Maddi sıkıntı içerisinde kıvranan Vahideddin Han, kendisini Cenova Limanı’nda karşılayan Kral Emanuelle’in aylık yardım teklifini, “Halife, bir Hristiyan hükümdardan yardım alırsa, bu Müslümanları rencide eder” diyerek geri çevirmişti.
Hanedan ailesinin her biri ayrı bir dram yaşıyordu. Bunun asıl sebebi ise Türkiye’deki mallarının resmen “yağma” edilmesiydi.
TABUTUNA BİLE HACİZ KONMUŞTU!
O narin beden, bu kadar ağır yüke fazla dayanamamıştı! 4 Ocak 1861 günü Dolmabahçe Sarayı’nda başlayıp “Sultan”lıktan “sürgün”e savrularak, 17 Mayıs 1926 Pazartesi günü İtalya’daki bir “çilehane”de sona eren hikaye, “Nasıl başladığınız değil, nasıl bitirdiğiniz önemli” diyordu!
Koca bir imparatorluğun vârisi; yüz milyonlarca Müslümanın halifesi, nankör dünyayı da çekilmez hale getiren sıkıntılarını da bırakarak, Rabbine kavuşmuştu. Ama acaba, sıkıntılar onun peşini bırakacak mıydı?
Haberi, dostlarıyla yemekteyken öğrenen Reisicumhur Mustafa Kemal, “Vah vah… Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi, Topkapı Sarayı’nın bütün cevahirini götürür ve büyük bir ordu kurup geri dönerdi” demişti.[4]
Cenova’da ise haberi duyan kasaba esnafı Manolya Villa’ya akın etmişti. Toplam borç 60 bin lireti buluyordu! Oysa son Osmanlı Padişahı’nın yastığının altından para değil; parasızlıktan alamadığı reçeteler çıkmıştı.
O sırada baskın yapar gibi gelen icra memurları, özel takılar dahil; evde bulunan bütün eşyaya haciz işlemi yapmıştı! Hatta Sultan’ın tabutuna da el koymuş, “Borcunu ödemeden kaldıramazsınız” demişlerdi!
“Vatanı sattı” diyenlere, “Peki neden mutfak ihtiyacını bile borçla aldı” diye sormazlar mı?
Sürgündeki Sultan’ın naaşı, kızının takıları sayesinde hacizden kurtulmuştu ama yine de defnedilemiyordu! Çünkü, semalarında ezan yankılanan bir mezar yeri bulunamıyordu!
Neyse ki bin bir zorlukla Şam’a götürülerek, Suriye Hükümeti Reisi olan eski damad Nami Bey sayesinde, 3 Temmuz 1926’da yani 49. günde Selimiye Camii bahçesinde toprağa kavuşmuştu! Son Osmanlı Sultanı ve son Halifenin mezarı, “Bir garip öldü diyenler” hesabı; uzun süre toprak yığını halinde kalmış, yıllar sonra sade bir mermer lahid yapılmıştı.
——————–
NOT: Özetlediğimiz bu dönemin vahim ayrıntılarını, öncesini ve sonrasını, “DEVLET YIKAN TEFRİKALAR” kitabımızdan (KTBKitap.com) okuyabilirsiniz.
[1] Murat Bardakçı, Şahbaba, Pan Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 21.
[2] Sir Andrew Ryan, The Last of The Dragomans, Geoffrey Bles, Londra 1951, s. 230
[3] Murat Bardakçı, Şahbaba, Pan Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 518.
[4] Murat Bardakçı, Şahbaba, Pan Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 413.